İstanbul’da doğdum büyüdüm. 31 yaşımdayım. 4 yıl Eskişehir’de, kısa bir süre Ankara’da ve 1 yıla yakın da İspanya’da yaşadım. Bunların haricinde hep İstanbul’daydım.
Bir ara Kadıköy’e yakın bir semtte evim oldu. O sıralar Kavacık’ta çalışıyordum. Ailem Küçükçekmece’de yaşıyordu. Bir kaç haftada bir annemleri ziyarete gidiyordum. Her hafta mutlaka eş dost buluşmaları için iş çıkışı ya Taksim ya Kadıköy taraflarına geçiyordum. Hatta bir dönem danstı, yüzmeydi derken heves ettiğim türlü aktivite için haftanın 3 günü iş çıkışı Anadolu yakasından Avrupa’ya geçiyor, gece yine Anadolu yakasındaki evime dönüyordum. Uzun bir süre bu hızlı tempo devam etti.
Ardından İspanya’ya gittim. Döndükten sonra ise kurumsal bir firmada işe başladım, ilk bir kaç yıl sahada çalıştım. Bu da şehir trafiğinde bolca vakit geçirmek demekti. Ardından bir kaç yıl da ofiste çalıştım. Sabah 07:45’te başlayan mesaili işime araba ile gidip geliyordum. En iyi ihtimalle 1 saat yolda geçiyordu. İstanbul trafiği hakkında mızmızlanıp duruyordum ama gerçek bir isyan noktasında değildim henüz, bunu sonradan anladım.
Yaklaşık 1,5 yıl önce daha sakin ve sade bir hayat kurma hayaliyle işimden istifa ettim.
Her sabah ve akşam İstanbul trafiğine girmemi gerektirmeyen bir iş düzenine geçip, nadiren arabayla dışarı çıkmaya başlayınca, nedense trafik daha çok dert olmaya başladı. Evet eskisi gibi yine saçma geliyordu ama, bir şekilde mecbur hissettiğim için çok da düşünmüyordum üzerinde. Halbuki zamanımın ne kadar büyük bir kısmını alıyormuş.
Bir de yoğun trafik yeteri kadar can sıkmıyormuş gibi insanların nezaketsizliği var. Gerçekten çok kabayız. Belki yüzyüze bir yerde olsak yapmaktan çekineceğimiz şeyleri, araba camlarının ardından rahatlıkla yapar olduk. El kol hareketleri, küfürler…
Artık arabayla çıkmadan önce iki kere düşünüyorum. Mecburen çıkılacaksa bir kaç işi arka arkaya dizip, çıkmışken hepsini halletmeye çalışıyorum. Ve çoğu kez eve döndüğümde şükrederek giriyorum içeri.
Her yer çok kalabalık!
Evin haricinde sakin bir mekan bulmakta zorlanır olduk artık. İnsanlarla dipdibe oturmak zorunda kaldığım, sipariş vermek veya bir kahve almak için sıra beklediğim mekanlar artık bana keyif vermiyor, ruhumu doyurmuyor. Üstüne üstlük saçma sapan mekanlara verdiğimiz onca para… “Bu kadar zahmete gireceksek, bunu evde kendim mis gibi yapar, yer içerdim” kafasına geliyorum.
Görece sakin mekanlar ise çoğu zaman bize uzak oluyor. Hooop döndük mü yine trafik konusuna!
Doğayı çok seviyorum, ama oturduğum yerden!
Biz de herkes gibi doğayı çok seviyoruz. Her bulduğumuz fırsatta kendimizi ormana veya denize atıyoruz. Bolca kamp yapıyoruz. Ama bunları yapabilmek için bile sürekli plan yapmak, hazırlanmak ve bilmem kaç km. yol yapmak gerekiyor. Allah aşkına yılda kaç gün hakkını vererek dolu dolu ve koşturmadan tadını çıkarabiliyoruz doğanın.
Artık şehirden doğayı sevmek bana yetmiyor. Oturduğum yerden korumaya çalışmak ise maalesef beyhude geliyor. Mevsimler geçiyor ama biz duvarlar arasında bir sürü şeyi kaçırıyoruz sanki.
Artık tüm bunlar için emekli olmayı -veya başka herhangi bir şeyi- beklemek manasız geliyor. Çok mu şey istiyorum? İstediklerim lüks mü? “Kim kaybetmiş de biz bulacağız?” türünden talepler mi?
Üstelik büyük şehirde yaşamak kolay da değil. Yapmak zorunda olduğumuz harcamalar, gereksiz masraflar, tüketim çılgınlığı, insan kalabalığı… Peki istediğimiz gibi daha sakin ve doğayla uyumlu bir hayat kurmak neden hala bu kadar zor geliyor?
Uzun seyahatlerimizde kırlar, bayırlar, köyler, boş araziler gördükçe şaşırıyoruz. Bu kadar boş alan varken neden tek seçenek şehirmiş gibi davranıyoruz? Bir arada olmak bu kadar önemli mi?
Sahi neden? İş mi? Eğitim mi? Çevremiz mi? Etkinlikler mi? Beni, bizi, 30 yıldır burada tutan ve şimdi gitmek istememize rağmen bırakamadığımız şey ne? Onlar gerçek mi? Yaşamsal mı?
İstanbul’da Ev Sahibi Olmak
Biz 1,5 yıl önce evlendik. Şu anda kiradayız ve ev sahibi olmayı herkes gibi biz de isteriz. Ancak İstanbul’da ev fiyatları ortada! Her ikimizin de yoğun şekilde çalışarak, 10 yıl borç ödemek zorunda kalacağı bir kredi ile ev alma fikri bize çok uzak geliyor. Hayatımızı bir işe mecbur kılarak ve birbirimizi dar vakitlerde görerek yaşamak istemiyoruz.
Hayatımın her ayını sabit bir işte ve yüksek bir maaş ile garantilemek yerine, yeni şeyler deneyebilme ve tembellik yapabilme lüksümü, -zaman zaman daha az kazanca rağmen- tercih ediyorum. Bunu tattım ve bir daha asla eski düzende hayatımı harcamak istemiyorum.
Tüm bunlardan da öte İstanbul’da evim olsa dahi, artık burada yaşamak istiyor muyum ki?
Özetle biz İstanbul’a doymuşuz, onu anladık. Buraya dair büyük beklentilerimiz ve hayallerimiz yok. Şehrin büyüklüğünden değil keyif almak, rahatsızlık duyuyoruz. Sürekli şikayet ederek yaşamak ise pek bize göre değil. Durduk ve kendimizi eleştirdik.
Ya kalkıp gidecektik, ya da İstanbul’u sevecektik.
Ya daha sakin bir yer seçecektik, ya da şehirde yaşamanın hakkını verecektik.
Ve kararımızı verdik:
Herşeyi koyduk önümüze. Ailelerimiz, arkadaşlar, işler, şehir hayatı, ileride belki çocuklu hayat… Açıkcası bunların üzerine uzun uzun düşündük desem inanın yalan söylemiş olurum. Kararımız kendiliğinden oluşmuştu: daha sakin ve doğayla daha çok temas halinde olacağımız sade bir hayat istiyoruz.
Aslında bu sade hayatı bir ölçüde İstanbul’da da kurmayı başarabildik aylar içinde ama daha sakin bir yerlerde bunu yapabilmenin daha kolay ve keyifli olduğunu düşünüyoruz hala. O sebeple gitmeye karar verdik.
Ve NİYET ettik.
Ama acele etmedik. Kaçmadık.
Ne mi yaptık?
- Sevmediğimiz şeylerden kaçmaya değil, sevdiğimiz şeylere kavuşmaya odaklandık. Dilimizi ve şehir yaşamına yaklaşımımızı değiştirdik. Şehrin sevmediğimiz yanlarını konuşup durmayı bıraktık. Sevdiğimiz yanlarını ise kendimize uygun şekilde yaşamaya gayret ediyoruz.
- Daha sakin bir yerde bir yuva kurabilirsek yapmayı hayal ettiğimiz değişiklikleri, beklemeden şimdiki hayatımıza ufak ufak sokmaya başladık.
- Bol bol okuduk, bize ilham veren hayatları inceledik, izledik. Gencecik yaşta, kendini sistemin dışına atabilmiş, kendi hayalleri peşinde koşabilenlerden bolca cesaret aldık.
- Sevdiğimiz herkese bu kararımızı hemencecik anlattık. Neden İstanbul’dan gitmek istediğimizi değil, daha sakin ve sade yaşamakla ilgili motivasyonumuzu anlattık. Sevdiklerimizle bu konuyu her dillendirişimiz dua gibi geldi bize.
- Geçen kıştan yaza kadar internetten araştırmalar yaptık. Tüm alternatiflere baktık. Hepsini konuştuk. Ama detaylıca konuşmak gerektiği veya ancak bu şekilde “en doğru” kararın verilebileceğini düşündüğümüz için değil. Sadece sevdiğimiz için yaptık. Yoksa “en doğru karar” dediğin nedir ki?!
- Nasıl bir formül bizi mutlu edecek henüz karar vermemiştik ama buna rağmen yeni bir hayat kurma hayalimizi dillendirmeye ve niyet etmeye korkmadık. “İyi ama nasıl?” sorusunun cevabı da henüz yoktu. İstanbul haricinde daha sakin bir yerde ama yine şehirde yaşamak mı?, Denize veya ormana kolay ulaşabileceğimiz bir kasabada kiralık bir daire mi?, Bir köy evi alıp restore etmek mi?, Tiny house gibi bir maceraya atılmak mı?, Evi toptan kapatıp uzun bir seyahate çıkmak mı?, Bir süre karavanlı bir yaşam mı?
Üzerine bolca düşündük bulduğumuz fikirlerin. Bazen de hepsini boşverip “Bakalım mevlam ne eyler, ne eylerse güzel eyler” dedik, geçtik.
Yavaş yavaş şekillendi ve geçtiğimiz yaz sonu ilk gerçek adımımızı attık.
(Devamı yeni yazıda)
İmza: Göçmen ruh.
Seval
Aralık 2016